Yazar Hakkında: Küçük yaşlardan beri kültür ve edebiyat dallarına ilgi duyan Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da dünyaya gelmiştir. Birçok türde eser veren yazar, içinde bulunduğu siyasi rejimden dolayı çeşitli korkulara kapılmıştır ve eserlerinin yakılmasıyla bu korkular tek tek gerçeğe dönüşmüştür. En sonunda ülkeyi terk eden yazar ve eşi, 1942 yılında Hitler rejiminin bu dünyaya sonsuza dek hükmedeceğine inanarak hayatlarına son verir.
Kitabın Konusu: Nasyonal sosyalizm ve faşizme eleştiri niteliğinde yazılmış bir eser olan Satranç'ta, Gestapo tarafından hiçliğe mahkum edilen Dr. B.'nin yaşadığı işkenceye tanıklık ediyoruz. Viyanalı ünlü Avukat Dr. B., manastırların mal varlığını söylemesi için Gestapo tarafından bir otel odasına hapsedilir. Kamp alanlarında görülen fiziksel işkenceden daha farklısı uygulanıyordur onun üzerinde, Dr. B. hiçlikle sınanıyordur. Aylarca bir otel odasında; bir yatak ve yangın merdivenine bakan bir çift kanat pencereden başka hiçbir şey göremeyen avukat, içinde kaybolduğu yokluğun etkisinde bildiği ne varsa itiraf etmek üzereyken birden bir kitaba rastlar.
Aklını kaybetmemesi ve oyalanacak bir şey bulması için ne pahasına olursa olsun o kitaba dört elle
sarılır. Bu kitabın satranç hakkında olması onu bir anlığına hayal kırıklığına uğratsa da, taşları ve tahtası ve hatta bir rakibi bile olmadan kitabın içinde anlatılan satranç hamlelerini ve oyunlarını defalarca zihninde uygulayarak bu işkenceye direnir.
En nihayetinde içinde bulunduğu otel odasından kurtarılır ve New York'tan Buenos Aries'e giden bir yolcu gemisinde, dünyaca ünlü satranç şampiyonu Mirko Czentovic ile yolculuk yaptığını farkeder.
Olaylar, bu iki insanın aynı satranç tahtasında, çekişmeli bir maçın başlamasına sebep olacak şekilde ilerlemeye başlar...
Kitap Hakkında: Oldukça akıcı bir dille kaleme alınan Satranç, bir zamanlar insanlara dayatılan yanlış rejimlerin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini biz okuyuculara Stefan Zweig tarafından sunuluyor. Bir yanda hayatta tek becerisi satranç oynamak olan ukala ve insanların sinirlerini bozan bir adam Mirko ve diğer yanda da tek kurtuluşu o olduğu için satranç oyununa mahkum edilmiş bir avukat ve onların amansız mücadelesi... Dr. B.'nin duvarda asılı takvimdeki harflere bile duyduğu o açlık, aslında kitapların ve yaşamın ne kadar kıymetli olduğunu sizlere bir kez daha hatırlatacak.
Kitabın ilk sayfasını çevirmenizle, kapağını kapamanız arasında geçen o küçük zamanı fark edemeyeceksiniz.
"Bize bir şey yapmadılar - sadece mutlak bir hiçliğe soktular, çünkü dünyada hiçbir şeyin insan ruhu üzerinde hiçlik kadar baskı yapmayacağı bilinir."
Yazar Hakkında: Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de doğmuş, 2 Nisan 1948'de ölmüş Türk öykücü, şair, öğretmen, yazar ve gazetecidir. Çeşitli yazılarından dolayı hapis hayatı süren Sabahattin Ali, ailesinden uzak kaldığı zamanlarda onlara mektuplar yazmış ve bu mektuplar Canım Aliye, Ruhum Filiz kitabında yeniden derlenmiştir.
Kitabın Konusu: Canım Aliye, Ruhum Filiz kitabı, YKY tarafından 2013 yılında basılmıştır. Sabahattin Ali nişanlı, eş ve baba kimliği ile biz okuyucularla yeniden buluşmuştur. Nişanlısı Aliye ile evlilik hazırlıklarının konuşulduğu mektuplarla başlayan kitap, evlilik sonrası sürekli ayrı kalmak zorunda olan ailenin iletişim çabalarıyla devam etmektedir. Kitap yalnızca Sabahattin Ali'nin gönderdiği mektuplardan oluşmakta ve her mektubun resimli örneği sayfalarda yer almaktadır. Eşi Aliye'ye yazdıkları Osmanlıca olmasına rağmen kızı Filiz'e gönderdikleri Latin Alfabesiyle yazılmıştır.
Mektuplarda geçen kişilerin Sabahattin Ali ile yakınlık dereceleri sayfanın altında küçük notlar ile okuyucuya açıklanmış ve bu da mektuplarda anlatılan konuyu daha açıklayıcı kılmıştır. Başlarda Aliye'ye duyduğu sevginin ağır bastığı mektuplar, zaman içerisinde geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısına bırakmıştır yerini. Sabahattin Ali, yazdığı yazılardan dolayı defalarca hapse girmesine rağmen ailesini hiçbir zaman ihmal etmemiş, onların sorunlarına hep ortak olmuştur.
İçinde bulunduğu sıkıntılı durumlarda tutunduğu tek dal ailesi olan sevgili yazar, bunu mektuplarında
sıkça belli etmiş ve sürekli eşi ile kızına duyduğu hasretten bahsetmiştir. Aynı zamanda ailesini bu durumların geçeceğine, huzurlu ve mutlu günlerin yakında olduğuna onları ikna etmeye çalışmıştır.
Aralarındaki mesafe Sabahattin Ali'nin ailedeki kimliğini unutmasına asla sebep olmamış, kızının boyunu, kilosunu, hastalandığı zaman ateşini, ders notlarını ve onun hakkında diğer her şeyi mektuplar yoluyla takip etmiştir. Mümkün olduğunca Aliye ve Filiz Ali'ye yokluğunu hissettirmemeye çalışmış ancak sürekli engeller ile karşılaşmış ve en sonunda 1948 yılında, çok genç bir yaşta öldürülmüştür.
Kitap Hakkında: Canım Aliye, Ruhum Filiz; Sabahattin Ali'yi daha iyi tanıyabilmemizi sağlayan önemli bir eserdir. Kitaplarından aşina olduğumuz naifliği ve düşünceli yapısı, ne kadar karakterli bir insan, aşık bir eş ve iyi bir baba olduğunu bizlere gösteriyor. Özellikle ölmeden önce yazdığı son mektuplarda bile umudunu yitirmeyişi, ailesine olan sadıklığı ama kavuşmalarının az olması insanın içini burkuyor. Ailesine duyduğu bu bitmek bilmeyen hasretin tek iyi yönü ise, geriye böylesine güzel mektupların kalmış olmasıdır.
Son Söz: Sabahattin Ali, Sırça Köşk'te yazdığı öyküleri Aliye Ali'ye gönderip sürekli nasıl bulduğunu, güzel olup olmadığını sormuştur. Keşke ona bugün yanıt verebilsek ve ne kadar güzel yazdığını söyleyebilsek.
"Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır. Bugün böyle düşünenlere saf, hatta enayi derler. Fakat ne derlerse desinler, biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız."
"Sen benim yarım kalan tarafımı ikmal edeceksin."
"Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence... Bilmem sen ne dersin..."
"Yalnız bir saadeti, hatta icap ederse zorla almasını bilelim."
"Etrafın seni sıktığı zaman kitap oku... Ben şimdiye kadar her şeyden çok kitaplarımı severdim. Bundan sonra her şeyden çok seni seveceğim ve kitapları beraber seveceğiz."
"Ne ise, arkadaşlara, (ama sahiden arkadaş olanlara) selam."
"İhtiyarladığımda çekilmez bir adam olacağım hakkındaki iltifatına teşekkür ederim. Ama bu tahminin doğru çıkmayacak sanırım. Çünkü ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Ben hep genç kalacağım!"
Yazar Hakkında: Emrah Serbes, 1981 Yalova doğumlu genç yazar. Daha önce İletişim Yayınları tarafından yayımlanmış iki Behzat Ç. romanı, Her Temas İz Bırakır (2006), Son Hafriyat (2008); bir hikaye kitabı Erken Kaybedenler (2009) ve serbest metinleriyle hikayelerinden oluşan bir seçki Hikayem Paramparça (2012) bulunmaktadır.
Kitabın Konusu: Deliduman romanında, 17 yaşındaki Çağlar İyice'nin hayatı, onun kırgın ve öfke dolu iç sesiyle biz okuyuculara sunuluyor. Tutamadığı sözlerle insanları kandıran Belediye Başkanı dayısı Altan'a, depresyon eşiğindeki annesine ve terkedildiği eski sevgilisine duyduğu nefret ve kırgınlıkla ilerleyen kitapta, bir yandan da unutamadığı dedesi, en yakın arkadaşı Mikrop Cengiz ve hayatındaki en değerli varlık kız kardeşi de ona eşlik ediyor. Kız kardeşini dansıyla meşhur etme çabası ve gezi parkı direnişi ile harmanlanan Deliduman, sizlere enfes bir tat sunacak.
İkinci 10'luk müzik listemiz de tamamlandı. Hepsi blogda yok, sadece instagramda yaptığımız paylaşımlarımızda bulunan şarkıları da listeye ekledik. Buyrun, keyifli dinlemeler.
Hepinize merhabalar, bugün günlerden pazar ve ben yarınki pazartesi sendromunu düşünmekten hiçbir zaman pazar tatillerinin kıymetini bilemedim. Bu yüzden güzel bir şarkı ve kitap paylaşımıyla renklendirmek istedim günümü.
Başlığı nereye açsam başta karar veremedim, bu kitabı okul kütüphanesinden aldım, almak değil saldırdım diyebilirim çünkü okumayı çok istiyordum ve aklımdan tamamen çıkmıştı, görünce hatırladım. Daha okumama sıra var ama ondan önce ufak bir araştırma ile bu kitapta ne ile karşılaşacağımıza bakalım.
Yazar Hakkında: Irvin D. Yalom, ABDli psikiyatrist, varoluşçu, psikoterapist, yazar ve eğitimcidi. En popüler eseri ise Nietzsche Ağladığında.
Kitabın Konusu: Nietzsche'nin hayat tarzı ve bakış açısının, psikanaliz ile harmanlanarak okuyucuya sunulduğu yarı kurgu - yarı gerçek bir roman. Romanda Nietzsche'ye; güzeller güzeli, evliliğe inanmayan, aynı anda birden fazla erkekle beraber olmayı tercih eden Salomé ve efsanevi bir teşhis dehası, psikanalizin ilk kurucularından, ümitsizlerin kapısını çaldığı Dr. Breuer ile onun arkadaşı Freud eşlik ediyor.
"Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır." Diyen Nietszche'yi, içinde bulunduğu bunalımdan kurtarmak adına Dr. Breumer'a giden Salomé, ondan Nietzsche'yi tedavi etmesini ister. Dr Breumer ise sırf bu çekici kadını bir kere daha görmek uğruna teklifi kabul eder ancak Nietzsche tedavi olmak istemez. Olaylar bu şekilde gelişir ve varoluşun, toplumsal duygular arasında yaşadığı bir yolculuk ile hayatla yüzleşme üzerine güzel bir roman çıkar ortaya.
”Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.”
.Kitabı okuduktan sonra da hemen filmini izleyeceğim. Buyrun tanıtımı:
Bu da bu yazımın şarkısı:
Marcelo Zarvos - Morning Montage
Hepinize bol okumalı ve dinlemeli bir pazar günü dilerim. :)
Kitabın Konusu: Edebiyat öğrencisi Ana Steele, rahatsız olan arkadaşının yerine ünlü iş adamı Christian Grey ile röportaja yapmaya gider ve aralarında oluşan etkileşimle yeni bir hikaye başlar. Birbirlerinden tamamen farklı hayatlarının tek bir ortak noktası vardır: arzu.
Kitap Hakkında: Bu incelemeyi yazmadan önce sanırım önyargı hakkında da bir şeyler karalamam gerek, zira bu güzel kitabı bu kadar geç okumamın tek sebebi bu önyargı. Fazla erotik ve porno içerikli olduğu söylenen Grinin Elli Tonu kitabını hep bu yüzden okumayı erteledim, Aşırı cinsellik içeren kitaplardan ne yalan söyleyeyim pek hazetmiyorum. Ancak kim bu kitaba porno demişse, işte orada gerçekten yanılmış. İnsan hayatının kendisinde doğal olarak bulunan cinsellikle, porno kavramlarının bu denli karışmasına hem üzüldüm, hem de pek şaşırmadım. Bu olağan gerçeği eserlerde yansıtmaktan kaçınmak olmaz, çünkü karakterlerimiz kadın ve erkek. Yansıtılan eserlere de porno demek haksızlık. Üstelik bu kitabın ilk yarısında öpüşme bile gerçekleşmiyor.
Seri, Gri - Karanlık - Özgürlük olmak üzere üç tonlamadan oluşuyor. Bana henüz Gri'yi okumak nasip oldu. O yüzden bu inceleme seri hakkında değil, sadece ilk kitap hakkında olacak.
Ana Steele ile Christian Grey'in tanışmasını ve birbirlerine çekingence yaklaşmasını anlatan Grinin Elli Tonu, kalbinizde sıcacık bir yer edinecek. Edebiyat son sınıf öğrencisi Ana, hayat hakkında pek de tecrübeli sayılmaz, kendisi oldukça saf , utangaç ve güzel bir kızdır. Birgün ev arkadaşının yapması gereken bir röportaja kendisi gitmek zorunda kalır ve başarılı girişimcinin şirketine geldiği an bu dünyaya ait olmadığını anlar. Şirkette çalışanlar bile ajanstan çıkmış gibi bakımlı ve güzeldir. Christian Grey'in odasına girdiğinde ise şaşkınlığı artar, karşısında son derece yakışıklı, genç ve zeki bir adam durmaktadır.
Röportaj esnasında aralarında oluşan tuhaf enerji; Christian Grey'in ısrarcı ve gizemli, Ana Steele'in
ise hayran ve meraklı ruhu ile daha da canlanır. Röportaj biter ama izlenimler iki tarafında hayatında önemli bir yer edinmiştir artık.
Christian Grey'in sapkın cinsel hayatı, Ana Steele'in masum yaşantısı için oldukça zorlayıcıdır ve bunun bilincinde olan Grey, çareyi kendini geri çekmekte bulur fakat, tutkunun kollarına kendini bir kez atmış olan Ana Steele için her şey o kadar kolay olmayacaktır. Grey, Ana'dan bu durumu gizleyip aralarında bir şey olmasını engellemek ister ancak Ana başına bela almakta usta biridir ve Grey'in korumacı karakteri onların sürekli bir araya gelmesine neden olur. Ortaya ise başına geleceklerden habersiz Ana ile tehlikeli adam Grey'in tuhaf aşk öyküsü çıkar.
Kitabı okuduğunuzda Christian Grey'e eriyecek ve hayatınızda o adamın aynısından bir tane daha isteyeceksiniz. Ve severlere müjde, kitabın 14 şubatta filmi de çıkacak. Karakterleri başta kitaptakiyle özdeşleştiremedim ama fragmanı izledikçe göz aşinalığım oldu, sanırım alıştım.
Merhaba arkadaşlar, her paylaşımımızda sevdiğimiz bir şarkıyı da sizlerle paylaşarak ilerlemeye çalıştık ve sizlere kolaylık olması açısından on gönderiye bir, paylaşılanları listelemek istedik. Bugüne kadar dinlediklerimizin ilk listesi buyrun:
Coldplay - Magic
Cary Brothers - Run away
Piano - Veronike decides to die
Tyrone Wells - More
Lana Del Rey - Young And Beautiful
Plumb - Don't Deserve You
Josh Turner - Your Man
s.p.s. - Kasabian
Röyksopp - Something In My Heart
Snow Patrol - Run
Dilerim pazartesi sendromunuzu atmanıza yardımcı olmuşuzdur. Hepinize keyifli dinlemeler.
Kitabın Konusu: Bu kitap, yaşadığı şehirden başka bir yerde okuma kararı alan Miles'ın, bu yeni macerasında yaşadığı ilkleri ve Büyük Belki arayışını konu alıyor.
Kitap Hakkında: Eveeet, ben bir kitabın incelemesine başlamakta çok zorlanıyorum. Gözümü kapıyorum, tüm olaylar zihnimden geçiyor ve ben hangisini okuyucuya sürpriz bırakayım, hangisini buraya aktarayım, bir yer atladım mı, unuttum mu derken kendimi kaybediyorum. Sonra başlıyorum ve bir şekilde gerisi geliyor.
Kitabı bitireli on beş dakika olmadı ve içimde bıraktığı o taptaze hisle sizlerin karşısındayım. Bu John Green'in okuduğum ikinci kitabı, ilk kitabı tahmin edersiniz ki, Aynı Yıldızın Altında'ydı. İkisini pek kıyaslamak istemiyorum, birbirinden bağımsız eserler, "Hangisi daha güzeldi?" sorusuna cevap veremeyeceğim. Ayrı konular, aslında alakasız bir hikaye olmasına rağmen iki kitapta bana kalsa benzerlikler vardı. Bu da sanırım yazarın kendi karakterini eserine yansıtmasıyla alakalı. Hem Aynı Yıldızın Altında'da hem de Alaska'nın Peşinde'de konunun temelini oluşturan, kahramanın çok sevdiği bir eser oluyor. Buna ek olarak seçtiği baş kahramanların hep derin bir hayat görüşü oluyor, üstelik daha çok genç olmalarına rağmen.
Kıyaslamayacağım demişim ama yine de yapmışım bunu. Peki gel gelelim, salt olarak Alaska'nın Peşinde kitabına. Kitap, Miles Halter adında bir lise öğrencisinin yeni eğitim yuvasında başına gelenleri konu alıyor. Miles, ünlülerin son sözlerini öğrenmeye takıntılı, bugüne kadar içine kapanık biri olan ve evinde ailesiyle yaşamanın ona yeni bir şeyler eklemeyeceği düşüncesiyle sınırlarını genişletmek isteyen bir genç. François Rabelais'nin ölmeden önce betimlediği "Büyük Belki"nin arayışına başlıyor ve Culver Creek lisesine yatılı olarak kaydoluyor.
Orada tanıştığı arkadaşları; Albay, Takumi, Lara ve Alaska ile ilk içkisini, ilk şakasını, ilk dostunu ve ilk aşkını; kısaca hayatının ilklerini yaşıyor.
Bu kitabın arka kapağını ilk kez okuduğumda kesinlikle çok etkilenmiştim. Bir kitabı yazmak için illa ki çok değişik konulara, ilginç serüvenlere ihtiyaç yoktur... Geriye dönüp baktığımızda, bir işi birden fazla kez yapmışızdır, ama onu ilk deneyimlediğimiz an unutulmazdır ve John Green bu unutulmazlığı bizlere sunuyor.
Miles, arkadaşlarının ona taktığı ad ile Tıknaz, hayatında ilk kez bir birey olmanın keşfine çıkarken, ona bu yolda en çok yardımcı olan kişi ise Alaska Young oluyor.
Vanilya kokusu, sigara içişi, bakışlarındaki yeşillik, taze vücudu, okuduğu kitapları, zevk aldığı hobileri, hayata karşı tutumu ve daha nicesiyle Alaska, Culver Creek'in vazgeçilmez ismi. İnsanın hayatından rüzgar gibi hızlıca geçen biri ancak etkileri o kadar da kolay silinmiyor. Kendi ne kadar derin bir karakterse, insanlarda bıraktığı parçası da o denli anlamlı. Dokunduğu her hayatta anlamlaştırdığı bir şeyler mutlaka oluyor...
Başlarda pek severek okumuyordum açıkçası, derinlik bekliyordum ama lise ergenlerinin hayatıyla karşılaşmışım gibi geldi fakat kitap ilerledikçe, özellikle son kısımlarda inanılmaz bir hal aldı ve çabucak bitti.
Kitap bir olayın, önce ve sonrasında yaşananları anlatarak ilerliyor. Öncenin bitimine ve sonra kısmında kitabı elden düşürmek de bir hayli zorlaşıyor. John Green son sayfalarda hep darbeyi koyuyor ve onların hepsini alıntı olarak yüklemek istiyorum ama elbette öyle bir şey yapmayacağım. :) Sanırım John Green okumayı burada bırakmayacağım ve diğer kitaplarına da el atacağım. :)
"Parçalarımızın toplamından daha büyük olduğuına inanıyorum."
"Dayanıklı olduğumuza inandığımız kadar dayanıklıyız gerçekten."
*
Son olarak, Snow Patrol - Run şarkısıyla hepinize keyifli okumalar ve dinlemeler diyorum. :)
Kitabın Konusu: 31 yaşındaki Cenevreli gazeteci Linda'nın kusursuz hayatına giren depresyon belirtileri ve bununla baş etmesi üzerine deneyimlediği maceraları anlatan bu kitap, imkansız aşkın gölgesinde parıldamaya çalışan duyguları bize sunacak.
Kitap Hakkında: Evet, uzun zamandır okumayı düşlediğim Paulo Coelho'nun son kitabı "Aldatmak" ile karşınızdayım. Daha evde duran ve okumam gereken bir sürü kitap olmasına rağmen bu bebeği raflarda bırakmaya gönlüm razı olmadı ve aldım. Kitabın adı ve kapak resmi içeriği hakkında hayli hayli bilgi veriyor bize ama Coelho'nun eserlerini biri size baştan sona anlatsa dahi okuduğunuzda yine yeni şeyler öğrenmiş olursunuz. Onun eserlerini böyle yapan da kaleminin güzelliği zaten.
Anne Karenina ve Bihter Ziyagil'in ardından şimdi de tarihin yeni tutkulu kadını Linda. Güzellik, zengillik, kariyer, sağlıklı iki evlat, evrenin kusursuz eşi yakışıklı kocası ve insanları şanslı kılan, aklıma henüz gelmeyen diğer ayrıntılara sahip bir kadın. Gençlik yıllarında düşlediği o hayatı gerçekleştirdi ama kendini mutlu hissetmiyor. Her sabah gözlerini açtığında tekrar kapamak istiyor ve bu düşünceye sahip olması bile kendini suçlu hissetmesine sebep oluyor.
Her şey yolunda giderken kalbinin derinliğine giren bu mutsuzluğu nasıl yenebilir? Borcun verdiği sıkıtı parayla, hastalık hali sağlıkla, yalnızlık yeni bir insanla giderilebilir peki ya kusursuzluk anında mutlu olmak için insan ne yapabilir?
Sorusuna cevap bulamayan Linda, içinde bulunduğu durumdan kendini kurtarmak için sürekli bunun geçici bir dönem olduğunu hatırlatıyor kendine. O yaşadıklarını kabul etmek istemedikçe, karşısına çıkan en ufak ayrıntı bile hayatını mahvetmek için fırsat kolladığı bir canavara dönüşüyor. Tam o esnada karşısına ergenlik çağında aşık olduğu o insan, Jacob König çıkıyor ve Linda tutkunun yokluğunu gidermek için kollarını sıvıyor.
Linda'nın iş yaşantısı, kusursuz evliliği, yasak aşkı ve iç dünyasında ilerleyen bu kitap; aslında kadınlara dayatılan rolü de inceleme altına alıyor. Aldatan taraf erkek olunca normal karşılanıyor, belki ayıplanıyor ama çok da uçarı tepkiler verilmiyor; peki bunu yapan bir kadın olursa? Ve bu kadının eşini aldatmak için geçerli tek sebebi dahi yoksa? En bilinçlimiz bile, etrafında bir kadının aldattığını duyduğunda şok bir halde dinliyor onu.
Halbuki Kübalı Şaman Linda'ya durumu açıklıyor, aslında erkekler kadınlardan daha fazla meyilli değiller aldatmaya, ikisi de eşitler ama kadın daha iradeli diye böyle istatistikler çıkıyor karşımıza ve bunu çok güzel bir örnekle dile getiriyor:
Erkeğin aldatması 11 dakikadır, ama kadın bunun meyvesini 9 ay karnında taşır.
Jacobla beraberken eşini aldatan, yuvasını tehlikeye sokan, çocuklarının geleceğini önemsemeyen bir şeytana dönüşen Linda, akşam ailesine kavuştuğunda sofrayı kuran bir melektir. Bu iki karakterin tek bünyede barınması onun uykularını daha da kaçırır. Fakat onun gibi insanlar hiç mi yok, hatta sayıları oldukça fazla...
Jacob'a hissettikleri aşk mı? Tutku mu? Geçici bir heves mi?
Kusursuz evliliği artık tehlike altında mı?
Kocası her şeyin farkında mı?
Bunların bir önemi yok.
Önemli olan sevgi.
"Çünkü yaşamak sevmektir."
Aldatmak, sadece sevdiğin insanı bir başka bedenle cezalandırmak değildir, yeri geldiğinde kendimizi, bir çocuğu da aldatabiliriz. Kaçınılmaz ve yanlış bir olaydır bu.
Peki yanlış şeyler doğru insanlarla kesişirse ne olur?
Bu kitabı okuduğunuzda, beklediğinizden daha farklı bir hikayeyle karşılaşacağınızı düşünüyorum. Çünkü bu kitapta bir insanı ancak sadece kendi suçlayabiliyor.
Herkesin herkese karışabildiği bir toplumda, 270 sayfalık bu aydınlık sizce de güzel değil mi?
Çok fazla altını çizdiğim yer olduğunun farkındayım, bunlar içlerinden elediklerim üstelik. Hepsini yayınlarsam acaba okuyanlara haksızlık mı etmiş olurum diye düşündüm fakat, "bu kısım belki de kitabı okuduktan sonra atladığı yerleri farketmek isteyen insanlar içindir," deyip yayınlama kararı aldım.
*
"Kadınlar sözcüklerle ifade edilemeyen bir lisanı anlama konusunda erkeklerden daha üstündürler."
"Hiç farkettin mi, trafik kazalarının ölüm oranı çok daha yüksek olmasına rağmen insanlar arabalardan çok yılanlar ve örümceklerden korkarlar. Bunun sebebi zihnimizin hala yılanların ve örümceklerin ölüme sebep olduğu mağara devrindeymişiz gibi işlemesidir. Aynı durum erkeğin birden fazla kadına ihtiyaç duyması için de geçerlidir. O zamanlar doğa, ava çıkan erkeğe şunu öğretmişti: Önceliğin, türünü devam ettirmek; olabildiğince fazla sayıda kadını hamile bırakmalısın."
"Sevgi duygudan ibaret değildir, bir sanattır. Sanatta olduğu gibi sevgide de ilham yetmez, emek vermeden olmaz."
"İnsanlar arasındaki büyülü ve gizemli ilişkileri sürekli anlamlandırmaya çalışan kişiler hayatın sundupu güzelliklerden mahrum kalırlar."
"Doğru erkeği sevmeyi öğrenmek mümkün müdür? Elbette mümkündür. Esas mesele, yoldan geçerken kapıyı açık görüp izinsiz içeri giren yanlış erkeği unutabilmektir."
"Korkan insan asla gerçekleri göremez. Hayallerinin arasında gizlenmeyi yeğler."
"Kıskançlık bize, 'Başarmak için onca emek verdiğin her şeyi kaybedebilirsin,' der. Gözümüzü kör eder; bizi sevindiren şeyleri, mutlu anlarımızı ve bu anlarda kurduğumuz bağları görmez hale geliriz."
"Yalnız kalmaktan korkmuyorum." diye sürdürüyor anlatmayı. "Kendimi kandırmaktan, gerçekleri kendi kafama göre görmekten korkuyorum."
"Asıl bulaşıcı olan korkudur; ömrümüzün sonuna kadar bize eşlik edecek birini bulamamaktan duyduğumuz o geçmek bilmez korku. Bu korku yüzünden akıl almaz şeyler yaparız, yanlış kişiye evet deriz ve tek doğru kişinin o olduğuna, karşımıza Tanrı tarafından çıkarıldığına kendi kendimizi inandırırız."
"Gördüklerini kalbine işle. Yaşadıklarını başkalarına göstermekten daha önemlidir bu. "
"Bilgelik ve tecrübe insanı olduğundan farklı birine dönüştürmez. Zaman insanı olduğundan farklı birine dönüştürmez. İnsanı olduğundan farklı birine dönüştüren tek şey sevgidir."
"Merhamet, sevginin kendini belli etme biçimlerinden biridir."
Bu da sizler için seçtiğim şarkı, röyksopp - something in my heart.
Kitabın Konusu: Zengin ve yakışıklı karakterimiz Will, geçirdiği talihsiz kaza sonucu felç olup tekerlekli sandalyeye bağlı kalmış umutsuz bir insandır artık. Lou ise Will'in gri hayatının aksine, her şeye rağmen rengarenk olabilmeyi başarmış bir karakter. Ailesi ekonomik krizden etkilenmiş, iş ararken bu bakıcılık işine isteksizce başvurmuştur. Will ile arasında geçen atışmalı ilişki, zamanla birbirlerinin kalbine uzanan bir yolda ilerlemeye başlamıştır.
Kitap Hakkında Yorumum: Evet, çok ses getirmiş bir bestseller ile karşınızdayım. Bu kitabı geçen yaz, 12 saat yolculuk yapmam gereken bir zamanda sürükleyici olur umudu ile almıştım. Blogu şimdi açınca, yorumlamak yeni kısmet oldu. Bana edebi bir değer katmayacağını düşünüyordum, bu düşüncelerimde de yanılmadım ama klasik alır, ağır gelir ve ilerleyemezsem, 12 saat o otobüste yalnız başıma kalırsam diye çok korktum ve tercihimi dillerden düşmeyen bu kitaptan yana yaptım. İyi ki de yaptım, kitap sayfaları ellerimde bir bir aktı, o uzun yolculukta bir an bile sıkılmadım ve eve geldiğimde yaptığım ilk iş sonda kalan o birkaç sayfayı, ağzıma bir lokma dahi atmadan okumak oldu.
Okuyalı bir yıldan fazla olduğu için, ufak bir hatırlatma maksadıyla ve insanların nabzını yoklamak adına kitabın adını internette arattım ve hoşuma gitmeyen birkaç yazı ile karşılaştım. Bestsellerlara yüklenen bir kesimin olduğunun farkındaydım ama bu kadar tepki beni pes ettirdi diyebilirim. Kitap eleştirilerinde herkesin kendine has bir üslubu olur, bazı internet sitelerinde görerek alışkın hale geldiğimiz argoyu bu üsluba yerleştirmek size kalmış, ama oturup iki satır karalamaktan aciz bir insanın, birden fazla çok satmış kitabı olan yazarlara böyle ileri geri konuşması hadsizlikten başka bir şey değil.
Senden Önce Ben kitabını satın aldığımda, hayat görüşümü değiştirmeyeceğini, alıntılarıyla kendimden geçmeyeceğimi, şöyle bir yaslanıp "Vay be ne kitaptı." demeyeceğimin farkındaydım. Edebi değerinin yüksekliğini düşünmedim bile alırken. Okuduğumda maksadım, beni içinde bulunduğum zamandan uzaklaştırmasıydı ve başarılı da oldu.
Bazı kitapları almadan önce onun neye hitap ettiğini bilip ona göre okumalı ve değerlendirmemizi de ona göre yapmalıyız. Bir insanın nasıl bizi nereye kadar götüreceğini az çok tahmin edip, ondan o kadarını bekliyorsak, aynı şeyleri kitaplar için de yapabilmeliyiz. Sen bu kitabı aldığında çok farklı bir boyuta geçeceğine inanıyorsan, zaten çoktan yanılmışsındır. Ama artık insanlara kalsa yeni bir yazarın doğması da imkansız... Çünkü en kaliteli yazarlar sadece geçmişte yaşarmış gibi bir zihniyetleri var.
Ne kadar yazsam öfkem dinmeyecek bu konuda. Özellikle "Bin bistsillir ikimim" diye etrafta dolaşan arkadaşlarımın bazılarının, o klasik diye alıp yarıda bıraktığı kitapları da iyi biliyorum ben. Böyle içi boş insanla çok karşılaştım, çoğu da böyle.
En iyisi bu kadar söylenmek yeter, kitaptan bahsedelim biraz da.
Etkilenmemeniz mümkün değil, insan olan herkesin vicdanına değinen bir roman olmuş. Bugün olmuş, hala Will karakterini düşündükçe kalbime gri bir hüzün çöküyor. Dağın zirvesinden bir anda başlangıç noktasına, sert bir düşüş yapan karakter düşünün... Ona yavaş yavaş yuvarlanma hakkı tanımadı hayat, bir anda çakıldı yere ve artık tek isteği ailesine ötenaziyi kabul ettirmek.
Kitabı okurken, "Hayır hayır hayır hayır," diyorsunuz, "Bu mümkün olamaz, sen yaşamalısın Will!" Ve imdadınıza da Lou yetişiyor. Lou belki Will gibi kötürüm değil, ama yetenekleri onun kadar körelmiş genç bir kadın ama bundan hiç de şikayetçi değil. O hayatından memnun ve Will'in de böyle hissetmesi için elinden geleni yapıyor.
Aksi, huysuz, kendi düşüncesini etrafına kabul ettirmeye çalışan Will ile ona kesinlikle katılmayan, hayatın her anında yaşamaya değer bir şeylerin olduğuna inanan Lou'nun hayatları artık kesişmiştir. İkisi de bugüne kadar inandığı yaşam biçimini diğerine naklederken; Will Lou'nun kötürüm olmuş sosyal yaşantısını, Lou ise Will'in felç bedenini canlandırmaya çalışır.
Sona yaklaştığınızda ise, gözyaşlarınız sel olmuş, sonucu tırnaklarınızı kemirerek bekliyor oluyorsunuz...
Bu yazının parçası olarak ise, Josh Turner - Your Man şarkısını öneriyorum. :)
Kitabın Konusu: Çavdar Tarlasında Çocuklar, 16 yaşında Holden Coulfield'ın okuldan atılmasıyla başlayan, evine giderken o dört günde başına gelenleri anlatan bir kitaptır. Kitap, birinci şahsın anlattığı, onun hayata karşı tutumunu sergileyen bir eserdir.
Kitap Hakkında: Çavdar Tarlasında Çocuklar ve Gönülçelen adında iki çevirisi olan bu kitap, J.D. Salinger'in en bilindik kitabı olmakla beraber, dünya klasikleri arasında yer almaktadır ve Amerika'da birçok okulda öğrencilere okutulmaktadır. Salinger, uzun zaman boyunca tek başına bir çiftlikte yaşamış ve yanına kimseyi kabul etmemiştir. Kitabı okuduğunuzda anlayacaksınız ki, yazarın anlattığı Holden karakteri, hiçbir kaynakta belirtilmese de, Salinger'in ta kendisi olduğunu düşünüyorum.
Kitabı uzun zamandır okumak istiyordum zira aynı kategoride değerlendirilen kitapları - Ölü Ozanlar Derneği, Şeker Portakalı, Martı - çok severek okumuştum. Kitabın arkasında herhangi bir tanıtım yazısı yok ve ben de bu kadar beğenilmesine güvenerek çok büyük beklentilerle okumaya başladım ve büyük ihtimalle bu büyük beklentiler yüzünden istediğim tadı alamadım. Klasik olmuş bir esere "beğenmedim" deme hakkını elbette kendimde görmüyorum, kitabın gerçekten okunması gerektiğine inanıyorum ama başlamadan önce bu uyarıları belirtmekte fayda var diye görüyorum.
Kitabı değerlendirmek için yayım yılını da kesinlikle göz önünde bulundurmalıyız, 1951'de yayımlanan Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı, dönemin şartlarına kafa tutan bir anti kahramanının dilinden anlatılmaktadır.
Holden Coulfield'in okuldan atılması ve ailesi bunu öğrenene kadar eve gitmek yerine New York sokaklarında geçirdiği 4 -5 günü anlatmaktadır. Bu günler içerisinde okulu, yurt arkadaşları, takıldığı kızları ve karşılaştığı diğer insanları nasıl analiz ettiğine tanıklık ediyorsunuz. Holden'ın memnuniyetini kazanmak asla mümkün değil. İnsanların iki yüzlülüğünden, riyakarlığından ve aptallığından şikayet etmektedir. Sinemadan nefret eder, insanların kendilerini olmadığı biri gibi yansıtmasından nefret eder, kendinden daha kalitesiz bir bavul kullanan arkadaşının bunun altında ezilmesinden nefret eder. Hiçbir insanın dışarı yansıttığı benliğine güvenmez. Kitaplara ve çocuklara gömülmüş biridir.
Ona çoğu yerde hak veriyorsunuz, onu anlamak istiyorsunuz ama onun bir şey yapmadığını gördükçe, amacının bir şeyler değiştirmek değil, sadece şikayet etmek olduğunu gördükçe sinirlenmeden edemiyorsunuz. Tam bu esnada kendime hatırlattığım ufak ayrıntı ise, Holden'ın sadece 16 yaşında olduğu.
Tüm bunların yanı sıra, Holden'ın sizin kalbinize dokunduğu dokunaklı sahneler de oluyor. Kız kardeşi ile konuşmayı sevmesi, sadece çocukların olduğu bir dünyada yaşamak istemesi aslında size Holden hakkında ipucu veriyor; o sadece samimiyet istiyor. Yalansız bir hayatta, herkesin hürce kendi olabildiği bir dünyada yaşamak istiyor. Bir kitabın içinde önerilen bir başka kitabın, bir şarkının, bir filmin olması beni hep memnun eder. Holden sevdiyse, ben de severim diyerek kenara not ettim tüm o paylaşımları. O an hissettim Holden'ı içten içe benimsediğimi, bana kendini çok güzel aktarabildiğini. Onu gerçek hayatında birinin anlaması çok zor, anca düşüncelerini yazması lazım. Ya başından savar insanları ya da küfürlü konuşur. Kısa keser dile getirmek istediklerini. Bir düşünüyorum, Holden bir arkadaşım olsaydı ben de yadırgar mıydım; bilemiyorum. Belki kitaplarda böyle karakterlere aşina olduğum için onun aslında iyi biri olduğunu hissedebilirdim. Zaten Holden'ı kitapta seven insanlar, derinlerde bir yerde onu keşfedebilmiş kişiler.
Dili çok basit ve orijinalinde argolu olmasına rağmen - ki keşke Türkçe çevirisinde de argolu olsa dediğim de oldu, çünkü Amerikan filmlerinden alışkın olduğumuz "lanet" kelimesi kitabın her sayfasında yer almakta ve bazı noktalarda o kelime için "küfür etme" diye Holden uyarılmakta - bazı paragraflar, cümle ve düşünceleri okuduktan sonra beş saniyeliğine kitabı göğsünüze yaslıyor ve tavana bakarak o sahneyi düşünüyorsunuz.
Bir kitapta, altını çizdiğiniz tek bir cümle dahi varsa, ve o cümle sizi baştan sona çok etkilemişse; işte kesinlikle siz kazanmışsınız demektir. O kitabı iyi ki de okumuşsunuzdur.
Ama alıntı olarak bu yazımda sadece tek bir şey paylaşmak istiyorum çünkü kitabın arka kısmında bile içeriği hakkında bir şey yazılmamaktadır. Okuyucu onu okuyarak keşfetmeli. Kitabın kendisi zaten o alıntılardan oluşuyor, büyük bir olay çerçevesinde gelişmiyor, onları da yazarsam bir anlamı kalmaz. Online satış sitelerinde kitabın son sayfası tanıtım yazısı olarak eklenmiş. Buna gerçekten çok sinirlendim ve böyle sitelerin bu hatayı düşmesi beni şaşırttı.
Eğer okursanız, en sevdiğim kısım ise, kitabın adının nereden geldiğini anlatan o ufak paragraf. Not defterime gülümseyerek eklediğim o kısım bile Holden'ı sevmeniz için yeterli olacaktır.
"Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabileyim istiyorsanız, o kitap gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor."
Kesinlikle katıldığım ve yaşadığım bir alıntı bu. Salinger için aynısını ister miydim? Yakın arkadaş olarak değil de, onu daha iyi keşfedebilmek adına bir iki sefer buluşup konuşacağım bir arkadaşım olmasını isterdim, evet.
Bu yazının şarkısı olarak ise, Holden'ın bitmiş olduğu Great Gatsby kitabından uyarlanan filmde çalan, benim de sevdiğim Lana Del Rey - Young And Beautiful parçasını paylaşıyorum.
Eğer fırsat bulursam, kitapta geçen diğer eserlerin de adını bir liste yapıp burada paylaşmayı çok isterim.
''Aşk, yaşamı; cinayet, ölümü sıradanlıktan kurtarır.''
Kitabın Konusu
Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşı'nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul'un en gözde yeri olan Beyoğlu'nun hazin hikâyesi.
Kitap Hakkında
Türkiye’de polisiye roman alanında kendinden fazlasıyla söz
ettiren bir yazarımızdır, Ahmet Ümit. Okumayı
uzun zamandır istememe rağmen fırsatını henüz yeni
bulabildim. Diğer kitaplarını okumayı da sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu türde okuduğum ilk roman olmakla birlikte aynı zamanda
ilk Ahmet Ümit kitabımdır. Bu nedenle değerlendirmemi okurken bunları da göz önünde bulundurursanız
çok memnun olurum.
Polisiye hakim olduğum bir tür olmamasına rağmen çok
sevdiğimi ve devamını getirebileceğimi söyleyebilirim. Bu nedenle her ne kadar
okuyan çoğu kişi ‘’Ahmet Ümit’in en vasat romanı’’ dese de, beni bu türle
tanıştırdığı için kitabı çok sevdim.
Okurken sanki Beyoğlu’nun o eski binalarının arasında dolaşıyormuş
hissi veren, seni içine çeken, yeni ve
tehlikeli bir hayatla tanışmamı sağlayan bir kitap oldu. Herkes hayat sanki
sadece kendi yaşadığıymış gibi sanıyor işte kitapların bize sunduğu en büyük
güzellik de bu olsa gerek, ‘farklı hayatlar göstermek’.
Mafya babaları, rant meseleleri, paranın ortada dönüşü,
kadının ve kadın bedeninin hiçbir değerinin olmadığı erkeklerin kadınları sanki
kendi mallarıymış gibi gördüğü bir hayat okudum.
Bizler her ne kadar uzak olsak da bunları yaşayanlar,
yaşatanlar var ne yazık ki.
Baş karakterimiz Komiser Nevzat. Sanırım Ahmet Ümit’in diğer
kitaplarındaki karakter de bu kişi ancak benim okuduğum ilk kitap bu olduğu
için kıyaslayarak yorum yapamayacağım.
Komiser Nevzat, hepimizin polis mesleğinde görmek isteyeceği
tarzda işini yapan, lakabının hakkını veren birisi. Ben Nevzat Komiser’i çok
sevdim, dolayısıyla ona yaşam veren Ahmet Ümit’i de. Kesinlikle okumaya devam
edeceğim bir yazar. Aynı zamanda kitabında bolca Gezi olaylarına yer verdiği
için ekstra sevgimi kazanmış durumda.
Katile gelirsek, beklediğim biri değildi tabiki ancak öyle
çok da sağ gösterip sol vurmamış Ahmet Ümit, sanıyorum diğer kitaplarında o
katili öğrenince ‘şoka uğrama’ durumu daha yoğun. Katili öğrendiğim sıralarda
içimden geçen cümle ‘ nasıl çözülüverdi birden’ oldu. Yani çözülme süreci
birden gerçekleşti aslına bakarsanız böyle bir şey beklemiyordum. Sanırım tek
olumsuz yorumum da bu yönde olacak.
Hızlı okunan ve kendinizi olaya kaptırmanızı sağlayan bir
dili var, en azından bana bu şekilde etki etti. Beyoğlu anlatımları ve
betimlemeleri ,İstanbul’da yaşayan biri olarak, Beyoğlu’na birçok kez giden
biri olarak merak duygumu tekrar tekrar uyandırdı, gözümde canlandı oralar..
Özellikle sonlara doğru
elden düşmeyen bir kitap olmuş ilk bölümlere göre son sayfalar daha hızlı
okunuyor. Benim için bir kitabın başı ve sonu çok önemlidir, sizi içine
sürüklemesi açısından. Bu kitabın sonunda da o istediğim tadı aldım. Ve evet
kesinlikle tavsiyelerim arasındadır. Elinize alın ve İstanbul’un Beyoğlu
semtinde gezintiye çıkın, hayatın bazı insanlar için ne kadar da acımasız
olduğunu göreceksiniz.
Komiser Nevzat’ın diğer maceralarını okumak için büyük bir
istek duyarak kitabımı tamamlıyorum.
Altını Çizdiklerim
''Hayatın çiğneyip tükürdüğü insanlar..''
''Etraf o kadar ıssızdı ki elli metre ötede birinin öldürüldüğünü bilmesek, sağlı sollu sıralanan sokak lambalarından süzülen sarı ışıkların altında uçuşan kar taneciklerinin yaydığı bu sahte huzura bile inanabilirdik.''
'' Aşk dünyanın en iyi mazeretiydi. ''
'' Bedenimi, aklımı yormalı, o kadar yormalıydım ki hatırlamaya, hissetmeye, düşünmeye mecalim kalmamalıydı. ''
'' Gece, yaşlı şehirlerin kusurlarını örten siyah kadifeden bir örtüdür. ''
'' Gezi Parkı'nda neler yaşandığını hatırlıyordum, korkunçtu. Hükümet acımasızca sürmüştü bizim çocukları göstericilerin üzerine. Hepimiz için utanç vericiydi. Bir kez daha anlamıştık ki bir ülkede otoriter bir yönetim varsa ilk kaybeden polis teşkilatı olurdu. ''
NOT: O kadar fazla yerin altını çizmişim ki sizlerle paylaşabildiğim sadece bu kadarı. Anlaşılan güzel cümleler açısından da doyurucu bir kitapmış. :)
Tyrone Wells - More, sizin için seçtiğim bu yazının şarkısı keyifli dinlemeler efendim.
KİTABIN KONUSU: Veronika, dışarıdan bakıldığında ortalamanın üzerinde bir hayat yaşıyordur. Elinde her şeyi, güzelliği vardır ve bunu erkeklerle gezerek kullanmasını da bilir fakat mutlu değildir. Monotonluktan sıkılır ve intihar teşebbüsünde bulunur ancak beceremez. Gözlerini açtığında kendini ülkenin en ünlü akıl hastanesinde bulur ve doktorlar ona kalbinin geri dönüşü olmaz bir hasar aldığını, fazla bir ömrü kalmadığını söyler. Veronika hayatının son bir haftasını bu akıl hastanesinde tanıştığı insanlarla beraber geçirirken, karşısına çıkan bu şahıslarda aşkı, korkuyu, arzuyu ve nefreti bulur. Keşfettiği bu yeni dünyada yaşamak için sebepler bulurken; varoluşu, ölmek ve yaşamak arasında ince bir çizgide can çekişiyordu.
KİTAP HAKKINDA YORUMUM: Bu kitabı okuyalı neredeyse bir yıl oluyor, kendisi Paulo Coelho'nun okuduğum ilk kitabıdır ve son sayfayı çevirdiğimde yazara artık büyük bir hayranlık besliyordum. Yemek biter ama tadı damağınızda kalır ya, aynı o hisse büründüm ve aradan aylar geçmesine rağmen de o tat hala bende saklı. Bugün, yine de bu kitabı yorumlamak istedim ve kitabımı kime verdiğimi hatırlamadığım için kapağını görsellerden seçtim. Gezinirken de bir filmi olduğunu keşfettim. Son noktamı koyup direkt izlemek istiyorum.
Kitap, edebi dili ve sürükleyici konusuyla dört dörtlük bir eser. İlk sayfayı açtığınızda sonuna gelene kadar bırakmak istemeyeceksiniz. "Hepimiz şu ya da bu biçimde deliyiz zaten," diyen Paulo Coelho, aslında günümüz insanlarının sorunlarına büyük oranda değinir. Toplumun alışılmış kalıplarına, benimsenmiş düşünce yapısının dışına çıkan ve bu yüzden yargılanan insanların dünyasına iniyor. Onlar, toplumun "akıllı" bulduğu kesim gibi, yaşamın bize dayattıklarını kabul etmiyor.
Veronika, başarısız intihar girişiminin ardından hastaneye getirildiğinde, ürkekçe etrafındaki insanları gözlemler ve yavaşça kendini onlara daha yakın hisseder. Ne yaptığının önemi yoktu, çünkü deliler hastanesinde seni sorgulayacak birini bulamazsın. Sen zaten delisindir. Düşünmeden ettiği hareketlerle, şizforen hastası Eduard ve diğerleriyle, Veronika hiç ummadığı bir yolculuğa çıkar ve en sonunda, ölmek değil yaşamak istediğini keşfeder.
İnsanlar arasında geçen diyaloglar, aslında deli olan insanların zihinleri size kendinizi sorgulatacak ve belki de kendinizi onlardan biri gibi hissedeceksiniz. En sonunda ise, şaşıp kalacaksınız.
"Şimdiye kadar hiç istediğim gibi yaşayamadım, hep birilerini mutsuz ederim düşüncesi ile, ailemi hayal kırıklığına uğratırım endişesi ile yaşadım. Asla tam anlamıyla mutlu olmadım. İstediğim mesleği seçemedim, istediğim gibi diğerlerini özgürce sevemedim.
İleride ne olacak peki; evleneceğim, çocuklarım olacak, sıkıntılarım olacak, kendimi onlara adayacağım, onlar beni bırakıp gidecek, terk edeceğim veya terk edileceğim... Şimdiden gördüğüm bu geleceği neden kabul edeyim ki; kendi isteğimle bu noktada bırakmak varken."
"Herkesin ne olursa olsun hayatta kalmak için savaşım verdiği bir dünyada, ölmeye karar verenleri anlamak kolay mı?"
"Ben de o yüzden ağlıyorum işte," dedi Veronika. "O hapları aldığımda nefret ettiğim birini öldürmeye çalışıyordum. İçimde başka, sevebileceğim Veronikalar olduğunu bilmiyordum."
"Gövdem de sizin gördüğünüz değişikliklerle hiçbir ilgisi yok olanların. Olan her şey ruhumda oluyor."
"Yaşamı boyunca pek çok kez fark etmişti Veronika, tanıdığı bir sürü insan başkalarının başına gelen korkunç olaylardan sanki gerçekten üzgünmüş ve yardım etmek istiyorlarmış gibi söz ederlerdi, ama işin gerçeği, başkalarının acılarından zevk aldıklarıydı; çünkü böylece kendilerinin mutlu ve şanslı olduklarına inanabiliyorlardı."
Bu yazının şarkısı olarak ise, filmde Veronika'nın çaldığı bu parçayı öneriyorum.